passo
HASRET VE GURBET

HASRET VE GURBET

Hasret ve gurbet. Yeni nesil, teknolojik imkanların çoğalmasıyla bu iki sözcüğün anlamını pek bilmiyor, acısını çekmiyorlar. Çok çok eskiden… Yarım asırdan biraz daha fazla ve daha da fazla olan bir zaman diliminde… İnsanlar karnını doyurmak, çoluk çocuğun ekmeğini temin için giderlerdi. Sırtına yüklediği yorganı ve bir çuval eskisine doldurduğu eski püskü urbalarıyla gurbete çalışmaya giderlerdi. […]

Hasret ve gurbet.

Yeni nesil, teknolojik imkanların çoğalmasıyla bu iki sözcüğün anlamını pek bilmiyor, acısını çekmiyorlar.

Çok çok eskiden…

Yarım asırdan biraz daha fazla ve daha da fazla olan bir zaman diliminde…

İnsanlar karnını doyurmak, çoluk çocuğun ekmeğini temin için giderlerdi.

Sırtına yüklediği yorganı ve bir çuval eskisine doldurduğu eski püskü urbalarıyla gurbete çalışmaya giderlerdi.

Gelen giden yok.

Mektup yok, telgraf bilinmez.

Dost ahbap bilinmez.

Gurbetin o acımasız yükü ve ezikliği altında yaşamayı unutup, sadece çalışır, akşamları kaldığı harap bir han odasında, sabahları sıla hasreti acısıyla zor ederlerdi.

Bütün mesele, üç beş lirayı bir araya getirip memlekete, çoluk çocuğa dönüp, biraz olsun yüzleri güldürebilmekti.

Aylarca gidip gelemeyenler…

Yıllarca gidip de hiç dönmeyenler, ölüsünden dirisinden haber alınamayanlar olurdu.

Bütün bu acıları, bu gurbet sevdalarını bu insanların ataları yaşadı.

Savaş yılları, memleket harap.

İnsanlar yokluğun pençesinde perişan olmuş, tarifsiz yokluklar içinde yaşadılar.

***

Yakımcı. Acıları şiirle anlatan..

Gidip de gelmeyenin ardından.

Genç yaşta sıtmadan, veremden sair hastalıklardan ölenlerin ardından yakımcılar insanları içten vuran, ağlatan yakımlar yakarlardı. Şimdi buna türkü ya da ağıt deniyor.

Seher yeli bizim ele gidersen,

Nazlı yâre küstüğümü söyleme.

Ne hallere düştüğümü sorarsa

Bağrıma taş bastığımı söyleme….

***

Gurbet zordur, gurbet acılarla doludur.

İşte böyle bir hikaye… Kocası “Fındık”, gitmiş gelmemiş.

Dört çocukla kalakalmış.

Üç yıl, beş yıl, on beş yıl…

Hiç gelmemiş.

Sessizliğin kol gezdiği, köpek ulumalarından kağnı gıcırtısından başka ses olmadığı yaz günlerinde, bir kadın çığlık çığlığa ağıtlar yakardı.

Ağladı yıllarca.

Yokluğuna, kıtlığa, öksüzlere, gariplerine ağladı…

Fındık’tan hiç haber alınamadı.

***

Anadolu’nun dört bir yanında binlerce kayıp insanın ardından ağıtlar düzüldü.

Ali Ekber Çiçek… O’nun ağzından:

Şu yüce ağları duman kaplamış.

Yine mi gurbetten kara haber var.

Seher vakti bu yerde kimler ağlamış.

Çimenler üstünde gözyaşları var.

Sazıyla sözüyle bir döneme tercüman olup bu türkülerle, bize insanlığımızı hatırlattı , (rahmet olsun).

Benzeri yüzlerce türkü dinledik. Gidip de gelmeyenlerin, bekleyenlerin dertlerine bir noktada ortak olduk.

***

Ahmet Gazi Ayhan ve Yıldız Ayhan.

Türk halk müziğinin iki eski ve önemli sanatçılarındı. Kaybedeli yıllar oldu. Eski Atlas Sineması’ndaki bir konserlerinde dinlemiştim.

Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun,
Gördün güzelleri beni unuttun,
Sılaya dönmeye yemin mi ettin.
Gayri dayanacak gücüm kalmadı,
Mektuba yazacak sözüm kalmadı.

İşte böyle bir devirden kalanlar. Şimdi görüntülü cep telefon konuşmalarıyla mesafeler kısaldı. Hasret ve gurbet acıları da kalmadı.

Var mı yoksa?

Varsa, çekenlere Allah’tan sabırlar.

Acının her türlüsü yüreğimizden bir şeyler alıp götürür.

Siz bu acıları çekmeyin…

Sosyal Medyada Paylaşın:

BİRDE BUNLARA BAKIN

Yorumlara Kapalıdır